MENDİL


MENDİL





Sekiz yaşındaydım sanırım,  bir Ramazan ayı daha sona ermiş, o zamanki yaygın adı ile Şeker Bayramı’nı kutluyorduk, ki annemin teşviki ile, samimi olduğumuz komşuların kapısını çalıp el öpüyor, ikram edilen şekerleri ve paraları utana sıkıla kabul ediyordum.  Birkaç kapı tokmakladıktan sonra bayramlaşma görevini kısa kestim ve en son Çalgıcı Ali’nin karısı Hediye teyzenin verdiği kenarı mavi işlemeli mendile baka baka eve döndüm.  Hediye teyze acaba bu mendili bana niye vermişti?  “Al bunu annene götür” filan da dememiş, ikram ettiği rengârenk akide şekerlerinden ısrarla bir avuç verdikten sonra bu mendili de uzatmıştı bana.  “Al burnunu sil” mi demek istemişti?  Ama burnum akmıyordu ki!  Belki de akide şekerlerini yedikten sonra elimi-ağzımı bu mendil ile temizlememi istemişti, olur ya.  Elimdeki mendile aval aval bakmakta olduğumu gören annem;

-        Oooo, mendil de vermiş Hediye Hanım, ha? dedi.

           “Al” diyerek mendili anneme uzatacak oldum,

-       Yoo, dedi o mendil senin.

-       Niye mendil verdi ki o kadın bana?

-       Adettir oğlum, genellikle Şeker Bayramında çocuklara mendil de verilir.

-       Gelen çocuklara sen niçin mendil vermiyorsun o zaman? dedim, gülümsedi,

-       İstanbul’dayken ben de mendil verirdim, oralarda adettir, ama Adana’da şeker ve para veriliyor çocuklara sadece, ilk zamanlar ben de burada mendil dağıtıyordum ama sonra vaz geçtim.  Hediye teyzenler yeni taşındılar İstanbul’dan biliyorsun,  hala orada alıştığı adeti devam ettiriyor ama eminim yakında o da vazgeçer.



Her sabah öğretmenimiz bizi sıraya dizer, iki elimizi birleştirip parmaklarımızı mendilimizin üzerine koymamızı ister ve tırnak muayenesi yapardı.  Bu aynı zamanda temiz mendilimizin olup olmadığının da denetimiydi.  Ya mendiller bembeyaz ve ütülü olacak, ya da çat çat diye cetvel vurulan avuçlar kızaracak!  Başka seçenek yok!  İyi de, mendili çocuk yıkayıp ütüleyemeyeceğine göre, yani anne bu görevi yapmamışsa,  dayağı yiyen neden hep çocuk oluyordu ki acaba?  O zamanlar böyle bir soruyu öğretmen denilen ilaheye soramazdık tabii ki.  Evlerinde ütü olmayan arkadaşlar ise mendillerini akşamdan ağır bir eşyanın altında presler, sabaha ütülüymüş gibi itina ile ceplerine yerleştirirlerdi.



Önlüklerimizin önünde iki cep olurdu.  Bunlardan birisi mendile ayrılır, diğeri çeşitli amaçlara hizmet ederdi.    Ama Necdet arkadaşımızın her iki cebinde de her zaman pırıl pırıl, bembeyaz ve itina ile ütülenmiş mendilleri bulunurdu.  Lakabı Çifte Mendilli Necdet idi.  Sabah denetimlerinde öğretmenden her zaman “Aferin” alırdı, ki biz çok alışmıştık buna  ve bu nedenle de Necdet ile bu konuda rekabete kalkışanımız hiç olmadı.  Ne var ki, Necdet de bu iki mendili babasının hayrına taşımıyordu.  Her zaman, yani kışın ve yazın, burnu akardı Necdet’in!  Burun, burun değil çeşmeydi mübarek!



Aslında annesi çok temiz ve titiz bir kadın olan Lık Lık Mahir mendilini o sabahki denetimden önce kullanıp kirletmek durumunda kalmış ve öğretmene temiz bir mendil gösteremediği için de ilk dayağını yemişti.  Kızarmış avuçlarını ovuştururken dayanmadı ve  Necdet’e “aferin” demekle meşgul olan öğretmenimize,

-       Necdet’in mendillerine bir de son derste bak bakalım, o zaman da aferin verecek misin? demek cüretini gösterdi.

“Eyvahlar olsun” diye düşündük biz çocuklar aynı anda, “Öğretmene isyan bu!  Inınınınnnn…  Şimdi ilahemiz çok kızacak ve bir dayak faslı daha başlayacak!” 

Ama hiç de öyle olmadı.  “Olur, emredersiniz Mahir Bey” dedi  Muzaffer öğretmen, hem de gülümseyerek!



Bu olaydan sonra bizim Necdet,  olası bir son ders denetiminde de temiz mendilleri ile “aferin” alabilmek için,  tedbirli davranarak burnunu mendille silmeyi bıraktı ve önlüğünün kollarını mendil niyetine kullandı günlerce.  Birkaç gün bu böyle devam ettikten sonra, baktı ki son derste mendil denetimi olmuyor, her şey eskiye döndü ve çeşme burnu mendilleri ıslatmaya başladı yine.

Ama bir hafta kadar sonra bir gün son derste öğretmenimiz mendillerimizi çıkartıp  sıranın üzerine koymamızı istedi.   Ceplerimizden çıkartıp alelacele katladığımız mendilleri dizdik sıralara.  Herkesin mendili  sıranın üzerinde ama Necdet’inkiler yok! 

-       Senin mendillerin nerede Necdet?

-       Şeyyy öğretmenim, var ama…

-       E hadi o zaman, çabuk çıkart bakalım.



Çaresiz elini cebine daldıran Necdet sırılsıklam ıslak ve buruşuk iki mendil çıkartıp sıranın üzerine koydu.  “Aha” dedi arkamdaki sırada oturan Lık Lık Mahir, “şimdi dayağı yedin Çifte Mendilli Necdet efendi!  Ama hiç de beklediğimiz gibi olmadı.

-       Bakın çocuklar, dedi öğretmenimiz, mendil süs olsun diye taşınmaz, işte bakın arkadaşınız Necdet akşama kadar burnunu mendilleri ile temizlemiş.  Onu örnek alın.  Aferin sana Necdet!

Necdet’in aldığı bu son ders aferini üzerine, bir hafta önce yediği dayağın acısını bir kez daha içinde hisseden Mahir, hırsla önündeki mendili aldı ve sesli sesli  sümkürdü!  Yine isyan, yine protesto ve yine yenilgi…



Mendil taşımanın sadece bir Türk adeti olduğunu sanan bizler, mendile “mandilion” diyen Yunanlıların taa Milattan önce 1. yüzyılda burun ve ter silmek için mendil kullandıklarını, Roma ve Bizans’ta tören başlama ve bitiş işaretlerinin mendil ile verildiğini nereden bilebilirdik ki? 



Elimde beyaz mendil

Gözlerimde yaşlarım

Derdimi anlatıyor

Beyazlayan saçlarım



Kimisi elindeki beyaz mendil ile yaşlanmışlığını dile getirirken kimisi de “Üsküdara gider iken…” bir mendil bulur ve başka bir kap bulamadığı için olsa gerek, bulduğu bu mendile lokum doldurur.



İlkokul yıllarında başımıza bela olan mendilin hayatımızda ne kadar önemli bir yer tuttuğunu yıllar geçtikçe anlayacaktık.  Şarkıların, türkülerin neredeyse yarısında mutlaka bir mendil bulunuyordu. 



Al mendilim sakla benden yadigar

Bir ucuna işle beni çiz beni

Ve bir kalp oy paramparça oklanmış

Üstüne de kondur beni kaz beni





Eski İstanbul’da, genellikle  Kağıthaneye gidip seyr-i alem eyleyen dilberler, kendilerine ilgi duyan ve arkaları sıra yürüyen kaytan bıyıklı delikanlıların arasında hoşlarına giden bir tanesi olursa önüne mendil düşürmek sureti ile onu beğendiklerini belli ederlermiş.  Mendili yerden alıp koklayan delikanlının da o anki ruh halini bir düşünün  artık….

“Mendilinizi düşürdünüz küçük hanım, buyurun…” diyerek kıza yaklaşacak, bir sohbet başlatacak, ilk defa yakından görme şansına kavuştuğu ve (ne renk olursa olsun) dünyada bir eşi daha olmadığına yeminler edeceği bir çift gözün içerisinde kaybolacak, yitecek...



Gel hakkını helal eyle pembelim

Gökyüzüne açık her iki elim

Benden sana emanettir mendilim

Çevresine vefa diye diz beni



Oğlan askere giderken ona verilen en değerli hediye nedir?  Tabii ki yavuklusunun veya nişanlısının kendisine verdiği mendil!  “Gel teskere geeel…” diye iç geçirdiğinde, verilen sigara molasında çektiği ilk nefesten sonra veya gece koğuştaki ranzasına uzandığı ilk anda eli iç cebindeki o kutsal mendile gidecek, sevdiğinin “el işi göz nuru” olarak işlediği şekillerle veya harflere bakacak,  gelecek günlerin hayalini kuracak….



Al mendilim katmer katmer iz benden

Elindeyse soğu benden bez benden

Mümkün mü ki ayrıl benden tez benden

Mendilime destan diye yaz beni



Mendilsiz çekilen halay tuzsuz yemek gibidir.  Yenir yenmesine de tadı olmaz.  Hem halay başının ekibindekilere yeni bir figüre geçileceğini, bir figürün tekrar edileceğini veya halayın sonlandırılacağını elindeki mendil ile işmar ettiğini biliyor musunuz?  Ben bilmiyordum, yeni öğrendim.



Gerektiği yerde mendil bir şapkadır.  Alın elinize büyükçe bir mendil, dört ucuna düğüm atıp ortasını torbalandırın ve geçirin kafanıza.  Bakın bakalım kafanızı güneşten koruyor mu korumuyor mu?  Hele hava çok sıcaksa,  başınızdaki mendili bir de ıslatırsanız, görün bakalım klima neymiş?  Eskiden inşaat amelelerinin boynunda bir tane, başında bir tane olmak üzere en az iki mendilleri olurdu.  Birisi başlarını güneşten korur, diğeri ile de terlerini silerlerdi.



Bulunduğunuz ortamda nahoş bir koku mu var, ya da havada toz mu var?  Nefes almak için filtreniz yine mendil!  Ağzınızı-burnunuzu mendil ile kapatmak yeterli.



Mendilden paraşüt olur mu demeyin, zira olur, hem de çok güzel  olur.  Yine dört ucuna birer düğüm atın.  Bu düğüm topuzlarına birer ip bağlayın.  İpleri iki karış kadar aşağıda birleştirin ve bu dört ipin ucuna bir ağırlık bağlayın. Tamam.  Şimdi atın mendili havaya, süzülsün paraşütünüz.  Yani oyuncak olmasını da bilir bizim hünerli mendilimiz.



Kız ya da oğlan nişanlı, bayramda seyranda karşı tarafa hediye almak gerekir değil mi?  İlk akla gelen mendil-çorap ikilisi…  Zaman içerisinde bu hediye mendiller o kadar çoğalır ki, sadece mendillerden oluşan bir bohça yapmak gerekir bir evde, ya da varsa, özel  bir çekmece icap eder.  Zaten hala “çeyiz kesen” ailelerde düğün öncesi ilk alınan şey mendildir.  Çeyizdi, hediyeydi derken biriken bu mendiller gün olur çekmecelere bile sığmayabilir yani.



Mendilin asıl kullanım amaçlarının başında gözyaşı silinmesi gelir.  Doğum olur; mendil, ölüm olur; mendil, düğün olur; mendil, acıklı filme gidilir; mendil, mendil, mendil…



Mendilimin yeşili

Ben kaybettim eşimi

Al bu mendil sende kalsın

Sil gözünün yaşını



Evden çıkarken babalar mutlaka cebine temiz bir mendil koyar, anneler ise çantalarına bir tanede fazla  alırlardı.  Mendilsiz bir insan düşünülemezdi bile o yıllarda.



Bir de ne oyunlar oynatır bu mendil ki sormayın.  Mendil Kapmaca, Aba Alması, Arpa Çarpa ve daha niceleri…  Hünerli isen, mendile koyup bohçaladığın nesneleri kaybetme numarası yaparsın ve adın sihirbaza çıkar…   



Gemiye veya trene binmiş sevdiklerinden ayrılıyorsun değil mi? 

Kibar bir kişi isen, elini sallayarak değil mendilini sallayarak veda edersin.



Madem küstün dargındın

Neden geldin ağladın

Rıhtımda boynu bükük

Bana mendil salladın



Kullanımı çok daha kolay ve  yıkanıp ütülenmesine gerek duyulmayan kağıt mendiller indirdiler bizim güzelim bez mendillerimizi tahtından, geçtiler onun yerine kuruldular.  Öyle bir kurulma ki, bundan sonra bizim bez mendillerimiz zor görürler kaybettikleri o tahtı bir daha.  Geri gelmeyecek olan  o mendilli gençlik günlerimiz için mi, yoksa mutfaktan gelen soğan kokusu nedeni ile mi bilemiyorum ama sanki gözlerim yaşardı gibi şu an be.  Ah elimde bembeyaz bir bez mendil olsaydı da gözyaşlarımı silebilseydim.  Hiç kullanmayacak olsam bile, yarından tezi yok cebime bir mendil koyacağım.  Cep telefonundan daha da ağır olacak değil ya…



Adil Karcı – 30 Temmuz 2014





KAĞIT-KALEM


ADIL2 copy

 KAĞIT-KALEM
Sabah gazetelerine kısaca bir göz attıktan sonra, her zaman olduğu gibi, birkaç bulmaca çözmek amacı ile bir kalem almak için çalışma masamın çekmecesini çektim.  Onlarca tükenmez ve kurşun kalem arasından hangisini alsam diye tereddüt içerisindeyken biraz duraksadım ve kendimi 1952 yılında buldum.                   
İlkokula başladığım 1952 yılına kadar evimizde babamın bir dolmakalemi ve de genel kullanım amaçlı bir kopya kalemimiz vardı sadece.  Kopya kalemini şimdiki gençlerin  bilebileceğini hiç sanmıyorum.  Bu kalemler klasik tahta kurşunkalem şeklindeydi ve genelde mavi renkli yazardı.  Kırmızı yazanları da vardı ama fazla kullanılmazdı.  Islatıldıkları zaman mürekkeple yazıyormuş hissi verirlerdi ve yazılanları silmek pek mümkün olmazdı. Çocukken bunlarla oynamamıza  izin verilmezdi, zira dilimize, dudağımıza, dişlerimize değdirirsek günlerce mor bir ağızla dolaşmak zorunda kalabilirdik.  Gerçek miydi değil miydi pek bilmiyorum ama, belki ağzımıza değdirmeyelim diye “zehirli” de derlerdi. 
Kopya kalemleri devlet dairlerinde kullanılan tek tip kalemdi o zamanlar.  Zira, birkaç sayfa birden elde etmek için aralarına kopya kağıdı konularak yazılan yazılar için de çok uygundu.  Birincisi, asıl nüshada tahrifat yapılamazdı (çünkü silinemezdi) ve de alt kopyalara geçmesi için bastıra bastıra yazıldığında kalemin ucu kolay kolay kırılmazdı.  İster kopya kaleminin olsun, isterse kurşunkalemin olsun, ucunu açmak ustalık isterdi.  Ya keskin bir küçük bıçağın olacak ya da jilet kullanacaksın.  (Ortası üç delikli Bimini  jiletler daha sert olduğu için tercih edilirdi, sonraları hayatımıza giren Nacet biraz zayıf bulunurdu bu konuda).  Kalem ucu açarken elimizi çok kesmişliğimiz vardır ve bu fırsattan istifade çoook “kankardeş” edinmişizdir. Kalem açacağı ise daha sonraları imdadımıza yetişti.   Taa ki otomatik kurşun kalemler çıkana kadar da saltanatını sürdürdü.  Duyduğuma göre, şimdilerde sadece bayanların kaş kalemlerini açmak için sanatlarını icra ediyor ve yaşamlarını idame ettiriyorlarmış.
(Haa kolejdeki sınıflarda bulunan, kahve değirmeni gibi çevire çevire kalemimizi açtığımız o “lüks” aleti de anmadan geçmek olmaz bu arada.)
 İlkokula başlayınca “kurşunkalem” ile tanıştım.  Ama kalemin ortasındaki grafit değil resmen “kurşun”du!   O güzelim “Faber” kurşun kalemler ya Adana’ya vasıl olmamıştı henüz ya da Türkiye’ye bile gelmemişti o yıllarda.  Elimize geçen kalemlerin yazan kısmı yumuşak kurşundan yapıldığı için kağıt üzeride belli belirsiz bir iz bırakırdı ve yazının üzerinden birkaç kere geçme zorunluluğunu duyardık.  Hadi güzel yazmaması bir yana, bir de mutlaka kağıdı delerdi.  Kağıtlar mı?  Onlar da zaten başlı başına bir olaydı.  Beyaz kağıtlar sanki “elleme küserim” çiçeği gibi nazikti.  “Bir an önce yırtılsam da şu kurşun kalemin ezasından kurtulsam” diye beklerlerdi sanki.
Matematik için bize sarı yapraklı “samanlı kağıttan” yapılma defter aldırdılar.   Ama bu saman harbiden saman ha!  Ezilip, inceltilip birbirine yapıştırılarak preslenen samana “samanlı kağıt” denirdi.  Eh, elimizdeki kalem “kurşun”, altındaki de “samanlı kağıt” olunca varın siz tahmin edin gümbürtüyü!  Daha ilk çizgiyi çekerken koca bir saman parçası kalemin ucuna takılır kalemi durdururdu.  Azıcık zorlarsan da saman çöpü  sayfanın ortasında koca bir delik bırakarak defteri terk ederdi.   Matematik problemini çözemeyen talebeler için gayet güzel bir bahane… Doğru sonucu yazmışsın ama görünmüyor!  Öğretmen ne desin ki? 
Hadi bunlar neyse ne…  Ya “güzel yazı” dersi?  Bir divit, bir mürekkep hokkası ve de yine samanlı kağıttan yapılma bir adet “güzel yazı defteri”… Kullandığımız mürekkep bile o devirde sadece mavi boyalı bir suydu.  (“Pelikan” mı dediniz?   Allooo???)  Diviti hokkaya daldırırsın, daha ucu kağıda değer değmez mürekkep olduğu gibi emilir ve sayfada gittikçe büyüyen mavi bir daire ile karşılaşırsın.   Çare?   Mürekkebin dağılmasına fırsat vermemek için çizgileri olabildiğince hızlı çekmek!   Yani “güzel yazı” yazmak,  sadece süratli davranmakla ile ilgiliydi, yoksa kabiliyet, beceri vs. hikaye! 
Birkaç yıl sonra arkadaşlardan bir tanesi nerden bulduysa “Atos” marka bir kurşunkalem bulmuş.  Bu günkü (otomatik olmayan)  kurşunkalemlerden yani.  Aman Allahım, oğlana ne rüşvetler verdik bize de alsın diye.  Yahu bu hem yazıyor hem de siliniyordu be!   Biz artık doğru dürüst yazan kurşunkalemlere kavuşmuştuk ama arkadaş da köşeyi dönmüştü.  Eeee, bu kalemler de kullana kullana birgün biter yani.  O kadar para vermişsin, hemen kaldırıp atıp yenisini alacak değilsin herhalde.  Ne yapmalı o zaman?  Sonuna kadar kullanmalı.   Ama nasıl?   Mahallenin orasında burasında kargı kamışları yetişiyor.  Kuru bir kargı kamışının uca yakın  yerinden bir karışa yakın uzunlukta bir parça keseceksin.  (Uca yakın olacak çünkü kamış bitkisi uca doğru incelir ve bir noktada iç  çapı kurşun kalemin sıkıca içine gireceği kadar daralır).  Oldukça kısalmış olan kalemin arkasını bu kamışın içerisine birkaç santim sokarsan kalemin uzar ve artık parmaklarınla rahat tutabilirsin.  Tasarrufa bak tasarrufa!   Daha sonra bu “kalem uzatıcılar” bazı uyanıklar tarafından ağaç tornasında tahtadan yapıldı, verniklendi ve bolca satıldı.  (Kimbilir sizin de ne anılarınız vardır bu konularda…) 
En son para vererek aldığım tükenmez kalemi seneler önce yabancı bir ülkeye giriş formu doldururken  birisi istemişti benden ve üzerine yatmıştı.  Üzülmedim desem yalan olur çünkü Scriccs marka bir emektardı ve bendeki o “kalem açlığı” hala vardı.
Şimdi mi?  Çekmecede, arabanın torpido gözünde, dolapta, mutfakta, ayakkabılıkta, çantaların hepsinde onlarca onlarca tükenmez….  Hepsi de promosyon, toplantı-seminer hediyesi, otel odalarından çantaya atılanlar…  “Beleş” de olsa, mürekkebi kuruyanı, bozulanı atmak içimden gelmiyor! Dedim ya “kağıt-kalem” açlığı işte… 
“Peki bu kalemleri ne kadar kullanıyorsun?” diye sormayın artık.  Laptop, akıllı telefon, bilgisayar, tablet, okullarda akıllı tahta vs. vs. derken hiçbir kalemin eski forsu kalmadı.  Baksanıza artık imza bile “elektronik  imza” oldu! 
Ha, hakketen ya, ben bulmaca için çekmeceden bir kalem seçektim değil mi?
 Adil Karci

RAMAZAN DAVULCUSU

DAVULCU 2 
 
“Zombada zombada zombada tak tak….”
“Zombada zombada zombada tak tak….”


 -        Gene mi lan?   Gene mi lan?  Başka duracak yer mi yok be?  
 diye söylenerek kafamı yastığın altına soktum.   Sanki koca sokakta duracak yer yok, bir tek benim penceremin altı var!   Yahu çala çala gidiyorsun işte, çal şu davulunu ama durma,  yürü be kardeşim.  Durup dinlenecek tek nokta benim kulağımın dibi mi olmalı ille de?  Hadi dinlenceksin, dinlen ama bari şu tokmağı davuldan uzak tut biraz yahu!
 Bundan on yıl kadar önceydi, iki ortak yurt dışına taze sebze meyve ihracatı yapmaya çalışıyoruz.  Babadan kalma mesleği olduğu için, ortağım sebze meyvenin toptan alımını üstlenmişti, ben de paketleme ve yurt dışına satışlarını yapıyordum.  Bizim ortak hastalanıp ameliyat olacak zamanı tam ayarlayamamış olsa gerek ki  Ramazan ayının başında hastaneye yattı.  Bütün işler de bana kaldı mı!  Sabahın köründen akşamın geç vaktine kadar o tarla, senin bu gümrük benim dolanıp duruyorum.  Haliyle, oruç-moruç düşünecek halim yok, zira gün içerisinde zaten yemek yemeye vakit bulamıyorum, su da içmesem otomatikman oruç tutmuş olacağım, öyle yani…
Yorgun argın eve geldiğimde tek düşündüğüm 3-5 saatlik bir uyku, ona da davulcu müsaade etmiyor!   Birkaç saat uyuduktan sonra bu “zom, zom, zom” sesleriyle yataktan bir karış havaya fırlıyorum, bir daha uykuyu kim kaybetti ki sen bulasın?.  Ertesi gün, çölde Leylasını arayan Mecnun misali, uykusuzluktan paralize olmuş halde, kapanmasınlar diye göz kapaklarımla savaş ederek salak salak bir oraya bir buraya koşturuyorum.
 “Dommm, dommm, dommmm”
“Dommm, dommm, dommmm”
 Makam mı değiştirdi, ritim mi değiştirdi, neyse ne ama bizim davulcu küçük çubuğuyla “tak, tak” diye vurmuyor bu gece.  Üstelik, her zamanki dinlenme noktasında da durmadı ve transit geçti benim pecereyi.  Ohhh be, artık akıllanıyor olmalıydı her halde.   Ama sevincim  çok uzun sürmedi, birkaç gün sonra eski ritmine döndü ve de yine durak yeri benim pencerenin altı tabii ki!    Yahu bari İstanbul’un eski davulcuları gibi mani filan söyle de birazcık olsun şu zomburtudan kurtulalım.  Acaba o manilerden yazıp şu adamın eline tutuştursam okur muydu?  Duyduğum en meşhur manileri hatırlamak için hafızamı zorladım:
 Eski cami direk ister
Söylemeye yürek ister
Benim karnım toktur ama
Arkadaşım börek ister


Davulumun ipi kaytan
Kalmadı sırtımda mintan
Verin ağalar bahşişim
Alayım sırtıma mintan
  Eminim zahmet edip mani filan okumazdı bu herif.  O halde pencereyi açıp:
 -       Kes lan artık, burada uyumaya çalışan var!  diye bağırsa mıydım?
 Bunu yapamazdım, zira hiçbirisinin oruç tutmadığını bildiğim tüm komşular:
 -        Aaa ne ayıp!  Dinsiz-imansıza bak!  şeklinde beni suçlarlardı, davul sesinden kendileri de rahatsız oldukları halde…
 Davulcuya gidip yalvarsam?  Yok, yok umursamazdı beni.  Onun bütün derdi bayramda kapı kapı gezip toplayacağı bahşişti.  Tamam, buldum! Mahalleye gelmesin diye bolca para versem?  Yok bundan da vazgeçtim.  Çünkü parayı alır yine de gelirdi.  O zaman ne yapacağım?  “Bu adam davul çalmasın diye para verdim, sözünü tutmadığı  için şimdi dövüyorum bu pezevengi” diyemezdim ki mahalleliye!
 Çare?  Yatarken kulaklarıma pamuk tıkamak!  Ama bu kısmen işe yaradı, kısmen de yaramadı.  Zira davulcu sokağın başındayken duymuyordum ama evin önüne geldi mi tıkaç da kar etmiyordu.  “Davulun sesi uzaktan hoş gelir” derler.  Hadi be!  Artık bana ne uzaktan ne de yakından hoş geliyordu bu ses.  Hatta nefret etmeye başladığımı söylesem yalan olmazdı.
 “Zommm tiki tak tak, zommm tiki tak tak….”                  
 Ulan tam kulağımı yeni ritme alıştırmıştım, herif yine ritim değiştirmez mi?  Artık av tüfeğimin içinde durduğu dolaba taraf bakar olmuştum.  Adamı vurmasam da hiç olmazsa davulunun  orta yerine saçmalarla bir delik açabilirdim.  İyi de, “cinayete teşebbüs”ten kodese düşmek vardı işin içinde…  En iyisi ben tüfeğin bulunduğu dolabı kilitleyip anahtarını fırlatıp atmalıydım, ne olur ne olmaz, ya gecenin bir yarısında nevrim dönerse?
 Birkaç günde bir yapılan bu ritim değişikleri ile Ramazan Ayı’nı “uykusuz ama vukuatsız” olarak hitama erdirdik!  Bayramın ilk günü, daha kahvaltıya oturmadan bizim dairenin kapısının önünde bir gümbürtü koptu:
 “DANNNN,  DANNNNN, DANNNN….”    Davul olmasına davuldu da, bunun sesi Ramazan geceleri çalınana rahmet okutuyordu!   Hırsla kapıyı açtım,
 -        İyi bayramlar abi!    dedi karşımda duran orta boylu, siyah şalvarlı, karaşın bir oğlan.
Bende ses yok!  Gözlerim haşin bir şekilde açılmış, suratımda korkunç bir gülümseme, beynimdeki hücreler ise önemli bir karar vermek için oturum halindeler…
“İşte” diyorum içimden  “koyun kurdun ayağına kadar kendisi geldi, intikammmm, intikammmm!”  
 “Acaba satır mı kullansam, yoksa kıyma bıçağı daha mı iyi olur?  Yoook, öyle bir anda öldürüp kurtarmak olmaz.   Önce iyice bir dövmeliyim, sonra dilim dilim dilim…..” diye düşünürken, bir elinde şekerlik, diğerinde cüzdanımla kızım yanımda belirdi.
-        Baba!  Babaaaa!  Al, lazım olur.
 Kızımın sesi ile kendime geldim.  Çaresiz bir şekilde;
 -        Sana da iyi bayramlar, gerçi geceleri beni hiç uyutmadın ya neyse….

diyerek cüzdandan bir onluk çıkartıp uzattım muhayyel kurbanıma.  Kızımda şeker tuttu.   Bir avuç şekeri alıp şalvarının cebine atan oğlan sırıtaraktan:
 -        Bak gördün mü, işimi iyi yapmışım ki her gece uyanmışsın işte amca! diyerek yukarı kata çıkmak üzere merdivenlere yürüdü.   Hem işkence çekmiştim, hem de üstüne bahşiş vermiştim.  Sinirden sıktığım avucumdaki tırnak izlerime baka baka girdim içeriye.
 Aradan yarım saat geçmemişti ki kapıda yine bir zomburtu koptu!  Yine kapıya ben koştum ama bu defa dövmek-öldürmek için değil, davulcunun ikinci defa neden geldiğini öğrenmek için.  Aaaa, aaaa, bu sefer daha kısa boylu başka bir davulucu!
 -        Ulan bir mahallede kaç davulcu olur?  Demin bahşiş verdik gönderdik! dedim.
-        
Tam kapıyı suratına çarpacaktım ki;
-        Abi o sahtekarın teki yaaa…  Biz saygı edip sabah çok erken gelmiyoruz size.  O adi  oğlu adi benden önce davranıp  gelip sizden bahşiş toplamış!   Ramazan boyu ben çaldım, başkası parsayı kaptı.  Bana da yazık be abi! dedi.  Yaniiii, asıl hedefim buymuş demek!  Karşımdaki cilloz oğlana bir tane patlatmak geldi içimden ama vursam yarısı boşa gidecek!  Elimden bir kaza çıkmasın diye kendimle cebelleşirken, kızım yine şeker-cüzdan ikilisiyle yanımda bitti ve de bizden bir onluk daha gitti!
 İlk misafirlerimizi yolcu etmek amacıyla kapıyı açtığımda elindeki davulu çalmadan  bekleyen ve zile doğru uzanan bir davulcuyla daha karşılaşsam iyi mi?
 -        Sen kimsin lan?   diye bağırdım.
-       Ne bağırıyon abi, ben bu mahallenin resmi davulcusuyum.
-       Ne resmisi lan?  Sen buraya gelen üçüncü davulcusun bugün.
-       Abi valla onlar dolandırıcı!  İnanmazsan bak elimde muhtardan imzalı belge var.
Gayri ihtiyari uzattığı belgeyi alıp baktım.  Hayret, hakikaten de bizim mahallenin muhtarı bir izin belgesi yazıp kaşelemiş imzalamış!  Gitti mi bizden üçüncü onluk!
 Neyse, bir daha davulcu mavulcu gelmedi ama  yaşadığım bu “travma” sonucu akşama doğru başıma bir ağrı girdi, arıyorum evde ilaç yok! Gazeteye baktım, birkaç yüz metre ötedeki bir eczane nöbetçi.  “Tamam” dedim, “yaya olarak giderim, hem hava da almış olurum”.  
 Ana caddeye çıktım, eczaneye doğru yürümeye başladım.  Bir de ne göreyim?  Beni (ve de mahalleliyi) söğüşleyen üç  davulcu  yol kenarındaki alçak bir duvara tünemiş,“kardeş-kardeş”  güle  oynaya cigara tellendiriyorlar!     Artık dayanamadım,
 -        Lan sahtekarlar!   Hani lan biriniz hakiki diğerleri  dolandırıcıydı?  Hani lan “onu yakalarsanız parça parça” yapacaktınız? 
  İlk gelen davulcu saygılı bir şekilde ayağa kalktı;
 -       Abi be n’olur bizi hoş gör.  Aslında biz akrabayız ve beraber çalışıyoruz.  Ama herkes senin gibi cömert değil ki.   Biz bütün yıl bu Ramazan ayını bekleriz, birçok ev para vermez, verenler de bir iki lira, hepsi o kadar.  Biz bu dümenle biraz daha fazla para toplayabiliyoruz.  Ne olur affet.  İstersen senin bahşişleri geri verelim.  Eskiden hemen hemen her düğüne davulcu çağırılırdı.  Daha sonraları sadece sünnet düğünlerine gider olduk.  Bir müddet sonra herkes sünneti hastanede yapmaya başladı, o işten de olduk.  Kala kala bir sendika grevleri ve de parti mitingleri kaldı bize.  O da ayda yılda bir.  Şimdi Ramazan gecelerini bölüştük, nöbetleşe çalıyoruz. Sen söyle abi ne yapabilirdik ki başka?  Eve nasıl ekmek götürelim, çalalım da hırsız mı olalım?  Yok ki başka mesleğimiz.
 Üç değişik ritmin sebebi hikmetini de öğrenmiştim böylece. 
İlaç almak için yanıma aldığım paradan bir onluk daha çıkartıp attım önlerine ve beynimde hala yankılanan “zombada zomm, zombada zommm” ritmine uyarak, uygun adımlarla Eczaneye doğru yollandım…

Adana, 08.08.2013

NANELİ ŞEKER

ADIL copy
Serin eser sabah yeli
Kınalanmış minik eli
Bu kızı sevmeyen oğlan
Ya aptaldır ya da deli
 Mahallenin maviş gözlü tek kızı Neşe sağ elinde tuttuğu  sarı yirmibeşliği nane  şekerci Mehmet Abi’ye uzatmadan önce sıkı sıkı yumduğu sol avucunu açıp mahcup mahcup ortasındaki kına izine baktı.   Bir gece önce komşu kızı Binnur ablanın kına gecesine gitmişti annesiyle beraber. Onun da avucuna fındık kadar bir top kına koymuşlar, üzerine bir sarı yirmibeş kuruşluk madeni para bastırmışlar ve elini beyaz bir mendille sarıp bağlamışlardı.  Sabah kalkar kalkmaz elindeki mendili çözüp çıkartmış ve yirmibeş kuruşu da yıkayıp cebine koymuştu.  İşte şimdi bu yirmibeş kuruşun on kuruşuyla naneli şeker alacaktı ama sabahtan beri sımsıkı yumduğu ve hiç kimseye göstermediği avucundaki kınayı bu adam nereden biliyordu?
 Nane şekerci Mehmet abinin önünde uzayan müşteri kuyruğundaki ben dahil birkaç oğlanın söylenen bu maniden sonra kıkırdamaya başlamamız üzerine Neşe şekerlerini alıp hızla eve kaçtı.
Kızın arkasından gülümseyerek bakan Nane şekerci Mehmet  elindeki beş kuruşu kendisine uzatan kan kardeşim Kürt Salih’i (soyadı Örek’ti) görünce bir mani daha yaktı:

Biri çiçek biri böcek
Şans yarın sana gülecek
Uçkurunu sıkı bağla
Dikkat et donun düşecek !
 Hakikaten de şalvar-pantolon bozması donu hep düştü düşecek durumda olurdu Salih’in.  Kankardeşim gayri ihtiyari pantolonuna baktı ve acele ile yukarıya çekiştirdi.  Tabii kuyruktakilerden gelen bu defa kıkırdama değil kahkaha…  Ama biraz sonra sıra kendisine geldiğinde övgü mü yoksa eleştiri mi işiteceğini bilmeyen oğlanların da içi pırpır etmiyor değildi bu arada yani…
 Nane Şekerci Mehmet birkaç yıldır haftada ortalama iki kere mahallemize geliyor, elindeki orta boy bir tepsiye yığdığı beyaz renkli nane şekerlerini doğaçlama olarak okuduğu maniler eşliğinde satıyordu.  Sadece naneli şeker (yanlış olsa da biz “nane şekeri” derdik) satışıyla geçim temin edilebilir mi?  Edilirmiş demek…   Otuzlu yaşlarında gösteren Mehmet Abi’nin Türkçesi çok düzgündü.  Nereden geldiğini kimse bilmiyordu ama Adana’lı, orta Anadolulu, Doğulu  veya Güney Doğulu olmadığı kesindi.  Yoksa hemen şivesinden anlardık, zira mahallemizdeki Osmanlı mozaiği bize bir insanın şivesinden nereli olduğunu bilme tecrübesini küçük yaşlarda kazandırmıştı. Olsa olsa, Mehmet Abi İzmir’lidir derdik.  Nedense İzmirli olmayı yakıştırırdık ona.  Belki büyüklerimiz sorup öğrenmişlerdi nereli olduğunu ama biz kesin olarak bilmiyorduk ve aslında çok da merak  etmiyorduk. Kısaya yakın boyu, sıska bir bedeni, avurtları biraz çökük yüzü, dalgalı kumral saçları olan Mehmet Abi’nin çevik hareketleri nedeniyle kendisine“çitlenbik Mehmet” lakabını takmıştık.   Temiz giyimliydi.  Elindeki tepsiyi sol eliyle omuz hizasında tutar ve sağ omzunda tertemiz bir bez asılı olurdu.  O yıllarda Adana toz toprak içerisinde olduğundan, naneli şekerlerin üzerinde de her zaman bir beyaz tülbent örtülü olurdu. Tahminlerin aksine, naneli şekerler yeşil değil beyaz renkteydi.  Bu şekerleri kendisi mi imal eder, yoksa bir yerlerden toptan mı alıp satardı, bunu da hiç bilemedik.
Kocası Sümerbank Bez fabrikasında itfaiye eri olarak çalışan komşumuz  Zahide Abla bahçe kapısına çıkmış, düğmesini dikmekte olduğu bir gömleği sol koluna asmış bir  şekilde elini beline koymuş, bir yandan da sağ elindeki kabak çekirdeklerini çinterken bu “manili şeker satışı”nı izliyordu.  Onun şeker filan alma niyeti olmadığını sezen Mehmet Abi Zahide ablaya doğru döndü:
 İçimde hicran yarası
Naneler ekmek parası
Bugün şeker almaz isen
Olacaksın yüz karası !

Daha mani biter bitmez elinde kalan kabak çekirdeklerini şekerciye fırlatan Zahide Abla “S.tir lan eşşoğlu eşek, senin yüzün kara olsun puşt!” diye bağırdı ve  ayağındaki terliklerden birisini eline alıp Mehmet abiye fırlatır gibi yaptı.
 Atik bir hareketle kendisini geriye atan “Çitlenbik Mehmet” ise gülerek yine başladı:

Yanlış düğme dikiyorsun
Bana “s.tir git” diyorsun
Sana müjdem var ablacım
Akşama dayak yiyorsun!
Aslında söyleyen  de söyleten de memnundu bu atışmadan.  Üstelik bu ikili arasındaki bu tür çemkirme ilk de olmuyordu.  “Şimdi kime bulaşacak?” diye merak eden biz çocuklar da Mehmet abi mahalleden gidene kadar hep peşindeyiz tabii.   Aldığımız şekerleri o gitmeden yiyip bitirmişsek eğer ve paramız da varsa hala, ondan tekrar tekrar şeker aldığımız da olurdu.  Naneli şekeri yemenin de doğru tarzını geliştirmiştik, hem daha fazla tat almak, hem de bitmesini geciktirmek için.  Nasıl mı?  Bak, leblebi tanesi büyüklüğündeki (ama biraz yassı) naneli şekeri dilinin ortasına koyacaksın. Öyle “kıtır, kıtır” yemek yoook!  Biraz bekleyeceksin ki azıcık erisin.  Yavaş yavaş ağzının içerisine keskin bir mentol kokusu yayılır.  Biraz daha beklersen damağında  buzzz gibi bir serinlik hissedersin.  Bu serinliği artırmak istersen, dudaklarını azıcık aralayacak, dişlerinin arasından içeriye hafif hafif soluyacaksın.  Hızlı nefes almak olmaz, çünkü aniden burnundan havayı dışarıya vermeye kalkarsın ve maazallah o serinlik hissi birdenkeskin bir yanma hissine dönüşür, burnunun direği de kırılır!
Az ötede elinde para ile bekleyen Hamide Hanım’ı gören naneli şekerci kısa ama çabuk adımlarla onun önüne dikildi.   Manisini nağmeli nağmeli söylemeyi  bitirmeden  tepsiyi omuz hizasından bel hizasına kadar indirdiğini hiç görmediğimiz Mehmet abi başladı:

Mevsimin güzeli kışmış
Eşarbı biraz kırışmış
Eşarp dallı güllü amma
Ablama da çok yakışmış!

“Hayde güzel nane şekeerrrr!”

Önce on kuruşluk şeker almayı düşünen Hamide Abla, bu güzel maniden sonra;
“Hadi yirmibeş kuruşluk olsun bari” deyiverdi. 
Ekmeğin on kuruş olduğu zamanlar yirmibeş kuruş epeyce bir paraydı naneli şeker için.  Delikli  yüz paraya beş adet, beş kuruşa on adet, on kuruşa yirmi adet şeker alırdık.  Yirmibeş kuruşluk alanlara ise şekerler minik kese kağıtları içerisinde sunulurdu.
Yaşları 18-20 civarında olan mahallenin gençleri olan “ağabeyler”imize de maniler yakar ve şeker satardı Mehmet abi, ama nedense onlara torpil gerçer, birkaç tane fazla naneli şeker verirdi.  Belki de mahalleye sokmazlar diye çekinirdi onlardan, kimbilir?  Aslında (benim hatırladığım kadarı ile) bu gençler herkese çok saygılıydılar ve de hiç kavga gürültü etmezlerdi.  Çelik-çomak, uzun eşek, birdirbir ve kulle (gülle, bilye) oyunlarını onları seyrede seyrede öğrenirdik.  Kendilerinden küçük olan biz ufaklıkları yanlarından kovmazlar, bazen oyunu durdurup bize oyun kaidelerini anlatırlardı.  Ama hiçbirisi bizimle oynamaz ve elimizdeki çelik-çomak veya bilyeleri ütmeye (kumarda kazanmaya) kalkışmazlardı.  Hatta, kendi aralarındaki oyunda çok fazla bilye kazanan birisi olursa, bize  birkaç bile hediye ederdi.
Bunların kimisi Diyarbakırlı, kimisi Adana’nın yerlisi, kimisi Malatyalı, kimisi İstanbullu, kimisi Erzurum-Erzincan’lıydı.
Biribirleriyle konuşurken genellikle;
“Lan, Arap çocuğu, bir sigara atsana bana?”
“Ne zaman sigaraya başladın lan Kürdo?”
“Sende sigara var mı İstanbul kibarı?
“Bende yok Laz oğluna sor.”
“Sigara içtiğini görürse baban kemiklerini kırar ha Dadaş”
 gibi cümleler kurarlardı ama kullanılan kelimelerden  hiç birisi gocunmazdı.  Çünkü
hepsi “Türküm, doğruyum, çalışkanım….” demişlerdi okulda yıllar yılı, her sabah.
Ve Türk olduklarını biliyorlar, alt kimliklerini de gırgır olsun diye kullanıyorlardı.
Bir defa gerçekten çoğu  birbiri ile kan kardeştiler.  O zamanlar yakın arkadaşlığın bir gömlek üstü “kan kardeşlik” idi.   Haliyle benim de birkaç tane kankardeşim oldu zaman içerisinde.  Sonradan kaybettik birbirimizi.  Yaşıyorlarsa tanrı uzun ömür versin, öldülerse rahmet etsin!
Bugün geldiğimiz şu durumumuza bakıyorum da…
Keşke çocuk kalabilseydik ve  Kürdüyle, Dadaşıyla, Arabıyla, Lazıyla, yani kan kardeşlerimizle, hep beraber Nane Şekerci Mehmet Abi’nin yolunu gözleseydik!

Antalya, 31.07.2013

KURBANLIK KOYUN

fotoğraf_4
 
 
KURBANLIK KOYUN VE ÜÇ SİLAHŞÖRLER
 -       Valla Hüseyin amca ancak otuz lira biriktirebildik.  On lirasını da  Bayramdan sonra versek olmaz mı?  Ha?  N’olur amca yaa?
 Hüseyin amca,  ellisini geçtikten sonra  insanların “yaşlı “ sayıldığı, insan ömür ortalamasının ülkede elli yedi yaş civarında olduğu 1950’li yıllarda (atmış yaşını çoktan geride bırakmış olmanın farkındalığı ile)  “yaş atmış, iş bitmiş” tekerlemesini hiç dilinden düşürmez, “dünya malı dünyada kalır” felsefesini benimsemiş olarak da hiçbir çocuğun veya hayvanın bahçesine girmesine kızmazdı.   Eşi Hacer hanımı birkaç yıl önce kaybetmesi sonucunda kendisine artık büyük gelen iki katlı evini kiraya vermiş, oldukça büyük olan portakal bahçesinin bir kenarına yeni yaptırdığı, banyo, mutfak ve tek odadan oluşan düzayak bir kerpiç evde kalmaya başlamıştı.  Hiç çocuğu olmamıştı.  Evlendikten sonra yaşlı ana-baba ve küçük kardeşlerine de bakmak zorunda kalmış olması nedeni ile  yaşamaya mecbur olduğu acımasız  yılların alnında bıraktığı çizgileri daha da derinleştirecek şekilde kaşlarını kaldırır, söylenen her şeye önce hayret etmiş gibi bir ifade ile “yaaaa öyle miiii?”  diye karşılık verir ve konuya olan ilgisini bu şekilde belirttikten sonra da gülümseyerek sürdürürdü konuşmasını.  İşte şimdi de Cinik Salihe:
 -       Yaaa, öyle miiii?  dedi, çok hayret edilecek bir şeyi duymuşçasına…
-       Valla öyle,  Allah çarpsın ki başka paramız yok!
-       Dur hele dur dur, Allah’ı karıştırma işin içine, bu ticaret evladım, elbet bir çaresi bulunur, niye çarpılacakmışsın ki?  dedi,  her zamanki gibi hayret nidasından sonra yüzüne yerleşen o sevecen gülümsemesi ile.
 Tek başına yaşamaya başladıktan sonra,  bahçesindeki bakımsız portakal ağaçlarının altında yetişen türlü türlü yabani otlardan faydalanarak koyun yetiştirmeye de başlamıştı Hüseyin amca.  Önce birkaç kuzu alarak başlattığı koyun yetiştiriciliği işini birkaç yıl içerisinde  bir sürü oluşturacak kadar büyütmüştü.  Her yıl koyunlarının bir kısmını damızlık olarak seneye bırakıyor, diğerlerini Kurban Bayram’ı öncesinde satıyordu.  Böylece, ev kirası, koyun satışı derken geçinip gidiyordu. 
 Bir yıl önceki Kurban bayramında bizim “Atos, Portos ve Aramis” üçlüsü (yani bendeniz, Cinik Salih ve Lıklık Mahir) el öpme turuna çıkmış ve bu arada Hüseyin amcanın da ziyaretine gitmiştik.  Amacımız ondan şeker veya harçlık kopartmak filan değildi.  Bahçesine girip portakallarını yememize izin verdiği için manevi borcumuzu ödemek ve saygımızı sunmak istiyorduk kendisine, hepsi o kadar…  Çocukların kendisi ile bayramlaşmaya gelmesine alışık olmayan adamcağız da zaten hazırlıksız yakalanmıştı ve bize ancak kolonya ikram edebilmişti.   Derslerimizi filan sordu önce.  Lıklık Mahir, her yıl “sınıf sonuncusu” olmak gibi bir ünvana sahip olduğundan, bu soruya cevap verme tenezzülünde bulunmadı, biz ise tevazu gösterip “fena değil” diyerek konuyu geçiştirdik.  “Afferin evlatlarıma!” dedi Hüseyin amca, sanki kendisi okul yolu tepmiş veya okula çocuk göndermiş gibi…  Sonra, hoşumuza gider diye de bizi  bahçede otlayan damızlık koyunlarının yanına götürmüş ve onları sevmemize izin vermişti.  Ayrıca her yıl başkalarından  da  kuzu satın alıp sürüsüne katıyormuş.   Laf olsun diye de, kuzuları kaça aldığını, büyüttükten sonra kaça sattığını filan anlattı bize.  Birşeyler ikram edememenin ezikliği ile bizi kapıya kadar geçirdi ve yolcu etti.  Daha adam ardımızdan kapıyı henüz kapatmıştı ki Cinik aniden durdu ve,
 -       Duydunuz mu lan?  Adam kırk liraya aldığı kuzuyu bir sene sonra 120 liraya satıyormuş!
-       Eee, bize ne bundan?  dedi Lıklık.
-       Bize ne olur mu olum?   Biz de bir tane kuzu alsak, büyütsek, Kurban Bayramında satsak, aha sana  birer tane üç tekerli!  (Üç  tekerlekli bisiklet).
-       Hadi lan.  Kolay mı sanıyon sen koyun beslemeyi?
-       Bizim evin bahçesi var.  Sizin de var.  Adil gilde  de var.  Lan her birimiz. birer hafta baksak… böl lan elli ikiyi üçe!  
“Elli iki” ile bu “koyun besleme” işi arasındaki  alakaya akıl erdirmeye çalışan Lıklık gayri ihtiyari saymaya başladı:
-       Bir kere üç üç, iki kere üç altı, üç kere üç dokuuuzz…..
-       Lan yeter be sana kerrat cetvelini say demedik!  Valla Muzaffer öğretmene söyliycem, sana verdiği iki yerine sıfır versin de matematikten sınıfa kal!
-       Yaa uzatmayın, elli iki üç kere onyediden biraz fazla yapar, diyerek kısa kestim.
-       Tamam işte, dedi Salih,  her birimiz onyedi hafta bakarsak bu iş tamamdır!
-       Kuzuyu nereden alacağız?
-       Hüseyin amcadan!
-       Lan o kuzu satmıyor ki, yetişkin koyun satıyor.  Hadi sattı diyelim, ya parası?
-       Onu da önümüzdeki  sene ilkbahara kadar  biriktireceğiz!
 İşte, beklediğimiz o ilkbahar gelmişti ama kırk lira  yerine toplam otuz lira biriktirebilmiştik ve kendi kendimize gelin-güvey olarak Hüseyin amcanın karşısına dikilmiş ondan bize bir kuzu satmasını istiyorduk!
 -       Yahu çocuklar, kuzuyu ben bu sene kırkbeş’ten aldım.  Şimdi size otuzu peşin, onu vadeli, kırka satarsam, benim bu işten kazancım değil zararım olur!

Hiçbirimiz bunu hesap etmemiştik.  Üzgün üzgün arkamızı dönüp yürürken,
-       Durun hele uyanık celepler!   Size otuza bir kuzu veririm ama benim de şartlarım var.   Durduk, kendisine doğru döndük ama bizde hala surat beş karış…  Kaybolmuş umut ve hayal kırıklığı meselesi…
-       Bakın, şimdi otuz lirayı bana vereceksiniz.  Ben de (eliyle yeni gelen kuzuları göstererek) bunlardan istediğiniz bir tanesini size verecem.  Kuzunuz burada kalıp diğerleriyle beraber otlayacak.  Ammaaaaa, satış zamanı bana otuz lira daha vereceksiniz ve her Pazar buraya gelip sürüye siz mukayyet olacaksınız!  Ben o gün akşama kadar Tarsus’taki bacıma gidecem.  Annaştık mı deyyuslar?   Bulutun ardından çıkan güneş misali, yüzümüzde güller açıverdi;
-       Annaştık!  dedik hep bir ağızdan. 
Nasıl sevinmeyeydik ki?   Hem kuzuya bakma yükü kalkmıştı üzerimizden, hem on lira daha biriktirmek zorunda değildik, hem de satışı Hüseyin amca yapacaktı!   Piyangoydu bu be, büyük piyango!
Beyaz_üç_tekerli_ve_ben. jpg
fotoğraf 2 (1)
 O zamanlar okullarda sabahçı ve öğlenci olarak her gün iki tedrisat yapılırdı ve bir öğretim  yılında da yaz tatilden başka iki ara tatil olurdu, yani yılda üç kere karne alırdık.  Kuzuyu aldığımızda son kısa tatile girmiştik ve dönüşüm sistemi gereği tekrar sabahçı olmuştuk.  Okul tekrar açıldıktan sonra, öğlenden sonraki zamanımızın çoğunu kuzucuğumuzun yanında geçiyorduk ve ara sıra verilen bir ev ödevi olursa onu da gece yapıyorduk.  Bizim ilkokul yıllarımız kitap-defter hamallığı ile geçmedi.  Okula severek giderdik ve isteyerek öğrenirdik.  Herşey sınıfta başlar, sınıfta biterdi.  Okuma yazma öğrendiğimiz ilk yıl hariç, bize nadiren ev ödevi  verilir ve okul dışında oyun oynayarak sosyal gelişimimizi sağlamamıza fırsat tanınırdı.  Dersane, hoca, etüt vs. gibi şeyler hiç yoktu, zira gerek de yoktu.  Yaz tatilinin sonuna doğru, Adananın sarı sıcakları hala sürerken bir sabah serince bir  “okul rüzgarı” ile uyanırdık.  Adına “poyraz” dendiğini sonradan öğrendiğimiz  bu kuru rüzgar okullarının tekrar başlama müjdesini  de beraberinde getirirdi.  Tuhaf bir heyecan kaplardı içimizi… Pır pır etmeye başlardı küçücük kalplerimiz, çünkü tekrar okulumuza, sevgili öğretmenimize ve de yaz tatilini şehir dışında geçiren arkadaşlarımıza kavuşacaktık, az şey miydi bu?  Yeni şeyler öğrenmek mi?  Onu zaten  zorlanmadan ve farkında varmadan yapardık.  Öğrenmek herhangi bir oyun gibi zevkli gelirdi bize.
 Oybirliği ile seçmiş olduğumuz kar beyazı kuzumuz kısa bir zaman sonra bize iyice alışmıştı.  Artık biz onun peşinden koşmuyorduk, o bizi takip ediyordu.  Hatta zaman zaman otlamayı  bırakıp sürüden ayrılıyor,  biz ağaçların arasında “elim sende” oynarken aramıza katılıyor ve bize tos vuruyordu.  Adını da “Tostos” koymuştuk bu nedenle.
 O yıl sene sonu karnelerimizi almış, sınıfımızı geçmiş, yaz tatiline girmiştik  ve artık günler, haftalar, hatta aylar boyu hürdük.  Hüseyin amca bize her ne kadar “Pazar günleri sürüye siz bakın” demiş idi ise de  biz haftanın yedi günü bahçedeydik!   Satın alındığında zaten biraz büyük olan kuzumuz geçen zaman içinde daha da büyümüş ve Hüseyin amcanın tanımlaması ile, “bir yaşını devirmiş toklu  bir koç” olmuştu.  Ama her şeyin de bir sonu vardır, degil  mi yani?  O yıl Kurban bayramı Ağustos ayının başına rast geliyordu ve  biz bu kurban olayını çoktaaan unutmuştuk!
 Kuzumuzdan ayrılacağımız gün yaklaştıkça midemize giren kramplar da sıklaşır olmuştu.  Nasıl ayrılacaktık biz  Tostos’tan?  Ama üç tane üç tekerlinin düşüncesi ağır bastı sonunda ve gelecek paracıkları hayal edip teselli bulmaya çalıştık.  Beklediğimiz haber bayramdan üç gün önce geldi;  Tostos tam yüz elli  liraya satılmıştı!  Çık otuzu, ne kaldı geriye?  Tastamam 120 kağıt!  Üç tane üç tekerli rahat rahat alınırdı ve hem  hiç el değmemişinden ve hem de dolma lastikli değil, şişme lastiklisinden!  Amma da hava atacaktık mahalledeki diğer çocuklara!  Üç tane yepyeni üç tekerli…  Ya yan yana, ya da art arda, turla dur mahalleyi…. Heyt be!
 -       Ben kırmızı alacam, dedi Lıklık Mahir.
-       Ben beyaz, dedim.  Salih’in sarı istediğini ise  baştan beri  biliyorduk.
Sapsarı kafaya da sarı bisiklet yakışırdı zaten!
-       Ben babama söylemiştim, dedi Salih, Kolbaşılar satıyormuş.  (O zamanlar Adana’daki belki de tek beyaz eşya mağazası Kolbaşılar idi).  Otuz sekiz liraya vereceklermiş.  Zili yok ama geriye kalan iki liralarla da zil alır takarız.
-       Ben zil almıycam, dedi Lıklık, “vatvadi” alacam.  (Arkası lastik topa benzer, sıkınca hava üfleyerek öten küçük manuel  bisiklet kornası).  
 Bisiklet alma işini “yarın sabahki ilk iş” olarak karara bağlayıp paranın hepsini babasına teslim edilmek üzere Salih’e verdik ve evlerimizin yolunu tuttuk.  Akşam yemek faslı bittikten sonra odama çekildim ve kuğu gibi beyaz bisikletimin hayaline daldım.  Bu bisiklet yağlanmak da isterdi değil mi?  Kalkıp koştum babama;
-       Baba, senin tüfek yağların bisikleti de yağlar mı?
-       Yağlar yağlamasına ama bazı yerlerine gres yağı gerekir. 
-       Gres ne ki?
-       Kalın bir yağ, şekerlenmiş bala benzer. Hele sen şu bisikleti al, gerisi kolay.
 Attım yine kendimi yatağa, daldım yine mali hülyaya…  İçim de bir burukluk yok desem yalan olur, zira bisikleti her düşündüğümde Tostos geliyor aklıma, bir de kurban olarak kesileceği gerçeği…  yani öleceği!  O tarafa dön, bu tarafa dön uyku tutmuyor!   Gözlerimi kapattıkça Tostosun ışıldayan gözlerini görüyorum karanlıkta ve de onların yavaş yavaş kapanışını sonra sönüşünü…  Ölüyor Tostos!   Bir daha “meeeee” dememecesine… Bir daha nefes almamacasına!  Yarın varsa bile  öbür gün dünyada olmayacak işte o Tostos, hani o ellerimizle ot yedirdiğimiz Tostos var ya, işte o Tostos bir daha arkamızdan koşamayacak artık, bir daha tos vuramayacak bize!
 Boğazımdaki düğüm sonunda dayanamayıp çözülüveriyor  ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlıyorum, sesim duyulmasın diye yüzümü yastığa gömüyorum,  kesintisiz akan gözyaşlarımla cımcılık ıslanan yastığı alt üst çevirmek zorunda kalıyorum.   Öyle ya, ben bir erkeğim ve de   “erkekler ağlamaz”  değil mi?
Ağladığımı duymamalı hiç kimse!
 Uykusuz bir gecenin sonunda Salih’lerin bahçesinde  buluşuyoruz ama ne buluşma…  Gözler kan çanağı gibi,  burunlar kıpkırmızı….   Konuşmaya takatimiz yok, bakışmamız yetiyor zaten birbirimizi anlamamıza ve koro halinde, salya-sümük başlıyoruz ağlamaya!  “Erkekler de ağlar lan, var mı bir diyeceğiniz!”  isyanı ile, her zamankinden daha da beter ağlıyoruz.
-       Git lan al babandan parayı, Tostos’u geri alalım, diyebiliyorum zorlukla.
-       Ben de onu diyecektim, diyor Salih ve kapıdan içeriye koşup bir solukta
parayı getiriyor.  Koşuyoruz, koşuyoruz…. Kurtarmalıyız Tostos’u. Hayat memat meselesi bu, saniye  hatta salise bile kaybetmemeliyiz!
 Nefesler hıçkırık olmuş boğazımızda, çalıyoruz Hüseyin amcanın kapısını, küçük avuçlarımızın ortasını tahta kapısına pat pat pat vurarak… Açıyor kapıyı,
-       Hüseyin amca, biz Tostos’u geri almak istiyoruz!
-       Yaaa, öyle miiiii?  diyor Hüseyin amca her zamanki hayretiyle ve sonra yine gülümseyerek,
-       Sattık ama onu!  Ne olacak şimdi?  Geri almak için en az elli lira fazla vermek gerekir satın alan adama.
-       Olsun, biz bayramda harçlık toplar öderiz, n’olur Tostos kesilmeden alalım hemen!  
Bir kahkaha patlatıyor Hüseyin amca.  Bozuluyoruz.  Ne yani, biz Tostos’un    canından bahsediyoruz, adam gülüyor be!
-       Gelin benimle, diyor gülmesi bitince.  Bozuk bozuk takılıyoruz peşine ve evinin arkasına dolanıyoruz, ki bir de ne görelim?  Tostos orada bağlı!  Hayvanın üstüne  öyle bir atlıyoruz, boynuna öyle bir dolanıyoruz ki, zavallının iki ön ayağı bükülüyor, diz üstü düşüyor.  Ama o da mutlu, biz de!  Bu defa da mutluluk gözyaşları süzülmeye başlıyor yanaklarımızdan ve Tostos’un melemesi zedelenmiş ruhumuza merhem gibi geliyor.
 -       Ben onu zaten satmadım, damızlık ayırmıştım, diyor Hüseyin amca.  Varın gidin bisikletlerinizi alın hadi. Geçen bayram da size bir şey ikram edememiştim, bayram hediyem olsun bisikletler. Tostos’u yaylaya göndereceğim bir ay kadar ama geriye gelecek, o zaman her gün gelip istediğiniz kadar seversiniz.   Haa, içiniz de rahat olsun, kendi eceli ile ölene kadar burada kalacak, hiç kimseye satmayacağım onu!
 Kurban Bayramınız hem Tostos’lu hem de “üç tekerli”  olsun!
 14 Ekim 2013-Adana
 Adil Karcı
fotoğraf_3

KEMMUNLU NOHUT

fotograf 1
“Biliyleee biliyleee, kimyonuylee tuziyleeee” diye Tarsus-Mersin’li nohutçular gibi şiirsel bir slogan bulamamış olmalılar ki, bizim Adanalı nohutçulardan bir tanesi (bir tanesi diyorum, çünkü mahalleye gelen iki ayrı nohutçu vardı)  “Tuuzluuu kemmunnluuu kaynanmiş nohiiiit”, diğeri ise “Kaynamış nohuuut, tuzlu kemmunlu nohuuuut”  diye bağırırarak satış yaparlardı. Evet, bizimkiler şiirsel yönden kabiliyetsiz olabilirlerdi ama, haklarını yememek lazım, çok kültürlüydüler çoook!   Zira  her ikisi de “kimyon” demez, “kemmun” derlerdi.  Eee….  İngilizcede “kimyon” nasıl denir?  “Cummin” ya da “cumin” değil mi?  İşte bizim nohutçular “kemmun” dediklerine göre, İngilizceyi bilenlerin parmakla gösterildikleri o devirde İngilizce kelime kullanıyorlardı, n’aber!  Tahsilli ve kültürlü olduklarını göstermek için daha ne yapsınlardı yani?
Mustafa otuzlu yaşlarda gösteren, temiz görünümlü, konuşması düzgün, güler yüzlü nohutçumuzdu bizim.  Sol koluna taktığı emaye kovasıyla o sokak senin bu sokak benim dolaşırdı mahallede ve de genellikle birkaç saat içerisinde nohudunu satar bitirirdi.  
- Kııız, Şahziyeee, masanın üstündeki tasa elli kuruşluk nohut al.   
- Biraz fazla aliim mi abla?  Acıcığını da biz yeriz, ha?
- Kız yeter, yeteer!  Zaten dolmaya bir avuç koyacam, kalanı bize yeter.  Geçende otuz kuruşluk aldıydım, dolmaya fazla bile geldiydi.
Kaynamış nohut satanlar sadece çor-çocuğa beş on kuruşluk satış yapmak için dolaşmazlardı sokaklarda sabah akşam.  Asıl müşterileri ev kadınlarıydı.  Adana’da etli dolmanın içerisine mutlaka nohut da konurdu. Annem İstanbullu olduğu için başlarda pek sıcak bakmamıştı bu olaya ama sonradan o da etli patlıcan dolmasına nohut koymaya başladı. Zeytinyağlı dolmalarda kuş üzümü, etlilerde ise nohut, nane ve koruk ekşisi….  Biraz yağlıca koyun kıyması ile yapılan bu etli patlıcan dolması pek de güzel olurdu hani, hele de Adana yöresine özgü bir lokmalık küçük taze patlıcanlarla yapılırsa!  Siz hiç böyle bir etli patlıcan dolmasını ıslatılarak yumuşatılmış sac ya da tandır ekmeğine sıcak sıcak sarıp yediniz mi?  Yemediyseniz, bu lezzeti size anlatabilmem çok zor.
 fotograf 2
O zamanlar nohutçuların asıl müşterileri ev kadınlarıydı.  Öyle ya, bir iki avuç haşlanmış nohut için saatlerce gaz ocağı mı yanarmış?  Ver yirmi-otuz kuruşu, al sıcak sıcak nohutu!   Buzdolabı hiç kimsenin evinde yoktu o devirde.  Yani kaynatıp buzlukta saklama imkanı yok.  Konserve? Sadece sardalya balığı  bulunurdu bakkallarda konserve olarak, şimdiki gibi her türlü zerzevatın konservesi neredeee o zamanlar?    Ama, “haşlanmış nohut bulamam” diye de hiç kimse endişe etmezdi,  zira günde iki defa kaynamış nohutçu geçerdi sokaktan.
İkinci nohutçumuz aslında hem ev kadınları için hem  de biz çocuklar için “yedek nohutçu” idi.  Mustafa’dan nohut alma şansını kaçıranlar veya Mustafa’yı bekleyecek zamanı olmayanlar “Nohutçu Abdülaziz emmi”den alışveriş ederlerdi.  Kısaca kendisine “Aziz emmi” diye hitap edilen Abdülaziz’in hiç değiştirmediği pejmürde kıyafeti biraz itici gelirdi mahalleliye.   Altında rengi atmış siyah bir şalvar, üstünde artık krem rengine dönüşmüş beyaz bir gömlek ve onun üzerine giydiği kırçıl bir yelek, kafada da Nuh Nebi’den kalma bir kasket…  Kış geldiğinde ise tek değişiklik yeleğin üzerine giydiği kahverengi bir ceket olurdu.  Uzun geldiği için kolları çemrenmiş, etekleri neredeyse dizlerine kadar inen bu üç beden büyük ceketi de kendisine birileri vermiş olmalıydı mutlaka.
-  Aziz emmi, bu sabah yanlışlıkla dedenin ceketini giymişsin gene!  diye takılanlara,
- De get işine be!  der kestirir atardı.
Bir de, hiç yüzü gülmezdi Aziz emminin.  Mecbur olmadıkça da konuşmazdı üstelik.  Mahalle büyüklerinin aralarındaki konuşmalarından duyduğumuza göre gençliğinde (ki kendisini tanıdığımızda elli yaşından fazla gösteriyordu) bir ağa çocuğuymuş Abdülaziz.   Elbistan’ın bir köyünün tümü bunun ailesinin malıymış.  Bıyıklarının terlemeye başladığı delikanlılık yaşlarında iyi at binermiş ve köyler arası yarışlarda da nam salmış aldığı birinciliklerle.  İşte bir gün civardaki bir köyün  yarış alanında gezinirken  kendilerine bitişik  köyün  afet güzeli Zeliha’sı  ile karşılaşmış. Hani derler ya “yıldırım aşkı”, işte aynen öyle vurulmuşlar birbirlerine o anda.  Gel gör ki iki köy arasındaki toprak anlaşmazlığından dolayı sürüp giden husumet girmiş bu sevdalıların aralarına…(aynen Türk filmlerindeki gibi).  Kan davasına dönüşmek üzere olan bir ortamda, birbirinin gölgesine kurşun sıkan bu aşiretler arasında kız alıp-vermek de ne demek?  Bu tutkusundan vazgeçiremeyeceğini anlayan  Abdülaziz’in babası, oğlunun cebine bolca para koyup askerlik sonrası köye dönmemesini sağlamış.  Önce İstanbul’da sürtmüş bizim Aziz bir müddet, sonra orada yapamamış, köye dönmesi de yasaklandığı için, İstanbul’da tanıdığı bir arkadaşının önerisi üzerine Adana’ya gelmiş. Rivayet ederler ki epeyce  baba parası batırmış İstanbul kumarhanelerinde ve baba ölüp  para musluğu da kesilince pahalı  İstanbul’u terk etmek artık kendisi için kaçınılmaz olmuş.  Adana’ya geldikten bir müddet sonra, evinde kiracı olarak oturduğu dul evsahibesi ile evlenmiş ve de hiçbir mesleği olmadığı için  nohutçuluğa başlamış.   Kılık kıyafetinin dökülen görüntüsünden midir, yoksa kendisi aksi bir adam görüntüsü verdiğinden midir bilinmez, mahallenin köpekleri de sevmezlerdi  onu.  Normalde hiç kimseye  seslenmeyen köpekler, Aziz emmiyi gördüler mi hep bir ağızdan hav-hav korosuna başlarlardı!
-  Lan abi, dedi bizim Kıvırcık Hanifi, sabah on duluşluk aldıydım Aziz emmiden, yemedim bak.
Artık ıslanmış ve yumuşamış leblebi külahının içerisindeki soğumuş, buz gibi olmuş nohutlara bakan kan kardeşim Salih,
- Niye yemedin ki lan?  Bari bize verseydin de sıcakken yeseydik dümbük!
- Yok abi ben yemek için almadıydım zaten.  Şimdi Mustafa abiden de on duluşluk alacam, götüyüp Nebahat ablada dayttıyacam.
- Niye ki lan?  Deli misin nesin?
- Abi, bu Aziz emmi hep az veyiyoy.  Hem baydağı güccük, hem de tam dolduymuyoy.
Bunca zamandır alış-veriş yapan ne biz çocuklar ne de mahalleli bunu hiç düşünmemiştik.  Ama, olur mu? Olur!   Nohutçular bardak hesabı ile satarlardı nohutlarını.  Bizim nohutçuların ikisi de su bardağı kullanırdı ölçek olarak ama hangisinin bardağının büyük, hangisinin bardağının küçük olduğunu sorgulamak aklımıza gelmemişti.
“Kaynamış nohuuut, tuzlu kimyonlu nohuuuut”  nidası tam da zamanında geldi bizim sokağa.  Mustafa abiye doğru seğirten Hanifi’nin arkasından “paran var mı?” diye seslenecek oldum, Salih,
- Dün akşam dayım gil geldi, küçük diye  hep ona harçlık verdiler, artık büyüdüm diye bana vermediler, onun parası bol bugün, bırak karışma!  dedi ve beni durdurdu.
Nohutçu Mustafa’nın bir de hüneri vardı, ki belki de o nedenle biz çocuklar hep ondan nohut almak isterdik.  Gazete kağıdı kullanmaz, suya daha dayanıklı olan eski mecmua (dergi) sayfalarından yapardı leblebi külahlarını ve içerisine koyduğu sıcak nohutları hoplatarak tuzlar ve kimyonlardı.  Ama ne hoplatma!  Kağıttaki bütün nohutlar önce havaya uçuşur, sonra döner dolaşır külahın içerisinde buluşurlardı.  Bir tanesi bile yere düşmezdi!  (Aynı hareketi yapmaya çalışırken aldığımız nohutun yarısından çoğunu yere dökmüşlüğümüz çok olmuştur).  Hanifi’nin aldığı nohutların külahtan havaya çıkışını, tekrar külaha girişini yine hipnotize olmuş gibi seyretmeye başladık.  Mustafa sağ eliyle hoplatmayı yaparken sol eli ile de bir defasında tuz, ikincisinde kimyon serpiyordu nohutların üzerine.  Kimyonlama ve tuzlama işlemini bu  şekilde yaparak her bir nohut tanesinin tuzdan ve kimyondan eşit şekilde nasibini almış olmasını sağlıyordu.  Aziz emmide bu hüner yoktu.  Külaha yukarıdan aşağıya biraz tuz biraz “kemmun” serper veriverirdi adamın eline.
 fotograf 4
- Tartıp da ne yapacaksınız?  dedi bakkal Melahat abla.  Bakkal dükkanı babasınındı ama genelde Melahat bakardı dükkana ve biz çocuklar onunla daha iyi anlaşırdık.
- Handisi daha çok onu annayacık, dedi Kıvırcık. 
Tek altın dişini göstere göstere gülen Melahat ablamız;
- İyi bakalım,diyerek Mustafadan alınan nohut dolu külahı terazinin bir  kefesine koydu,   sarı sarı gramları da teker teker öbür kefeye dizmeye başladı.  
- Bu yüzseksen gram geldi, ver öbürünü.
Melahat abla nohutun neminden ıslanarak iyice eprimiş olan Aziz’in külahını büyük bir dikkatle terazinin kefesine koyduysa da nohutların külahı patlatıp kefenin içine dağılmasına engel olamadı.  Nohutların yenmeyecek hale gelmesine üzülen bakkal ablaya;
- Ossun, ossun, zayayı yok, zaten tayttıktan sonya onu atacaktık, dedi Hanifi. 
Beklediğimiz sonuç gecikmedi; tam yüz otuz gram!  Yani Mustafa’ın “on duluşluk” nohutundan elli gram eksik!  Sonucu duyunca biz iki abi aptallaştık.  Nasıl olmuştu da bu küçük oğlan kadar kafamız çalışmamıştı!
Kara haber çabuk duyulur derler.  Bu olayı büyük küçük bütün mahalleli öğrendi kısa zamanda.  Ama, biz çocuklar “Aziz emmi sen artık bittin, kimse senden nohut almaz” diye düşünürken, büyükler hiç de fazla etkilenmiş görünmüyorlardı.  Hatta babam duyduğunda “Aziz efendinin nohutları “koçbaş”.  Ne kadar iri olduğunu fark etmediniz mi  hiç?  Tabii ucuz olmaz.”  dedi.  Bu varlık içinde yaşayıp da sonradan düşmüş ağa çocuğuna arka çıkıyordu babam resmen!  Ya acıyor ya da saygı duyuyor olmalıydı.  Nice sonraları öğrendim ki, hiç kimse ile konuşmayan Aziz emmi babamla  sohbet de edermiş meğer.   Nadiren konuştuklarını duyduğumda ise birbirlerine “efendi” sıfatı ile hitap ettiklerin fark etmiştim. Küçükken  bilmiyordum ve bu ahbaplığa bir mana veremiyordum, fakat daha sonra öğrendiğime göre babamın sülalesinin de  şimdiki  Adana Barajı gölünün orta yerinde, şu anda suyun altında kalmış olan, Bayramhacılı adında bir köyleri varmış. Baraj yapılırken sülalece  o güzelim köylerini terk edip şehre göç etmeye mecbur kalmışlar.   Eh babam da bir ağa çocuğu ya, “sarhoş sarhoşu meyhanede bulurmuş” misali onlar da Aziz emmi ile birbirini Adana’da bulmuşlar   ve müşterek geçmişleri dolayısı ile de uyuşabilmişler.
Babam her ne kadar koçbaş-moçbaş diye izah ettiyse de, büyükler her ne kadar üzerinde durmadılarsa da biz çocuklar aldatılmış olmayı hazmedemiyorduk ve  Aziz emmiye karşı bir şeyler yapmalıydık.  Ama ne yapabilirdik ki?  Zaten biz hiçbirşey yapamadık ama mahallenin köpekleri yaptı!
 Aziz emmi sigarasını bir kere yakarken bir kere de atarken eline alırdı. Ağzının sol kenarına konuşlandırdığı sigarasından nefes çeker, ağzının sağ kenarından dumanını üfler, taa bitinceye kadar da sigaraya dokunmazdı.  Kumarhane alışkanlığı olmalıydı bu;  iki eli iskambil kağıtlarıyla meşgulken bir de sigarayla mı uğraşacaktı yani?
 “Kaynanmişş nohiittt” derken bizim Sarıbaş hırlayarak yattığı yerden fırladı ve Aziz emmiye doğru koşmaya başladı.  Sarıbaş  bizim en sevdiğimiz mahalle köpeğimizdi.  Okul kitaplarındaki “Karabaş” isminden esinlenerek “Sarıbaş” adını vermiştik ona, çünkü tüy rengi siyah  değil açık kahverengi-sarı arasındaydı ve alnında sapsarı bir leke vardı.  Her ne kadar özel  kulübeleri filan yoktuysa da, bu sahipsiz köpeklere bütün mahalle sahip çıkardı ve her birisi bir evin bahçesinde kendisine barınacak kuytu bir yer bulurdu.  Çocuklarla olan yakınlığından dolayı ise Sarıbaş’ın özel bir statüsü vardı, hem de sadece insanlar nezdinde değil, diğer köpekler arasında da!   Aziz emmi üzerine gelen köpeği uzaklaştırmak için nohut kovasını yere koydu, yerden bir taş aldı ve Sarıbaş’a doğru fırlattı.   Biz dört çocuk yolun kenarından bu olayı izliyorduk ve bu nohutçunun en gözde köpeğimize taş atmasına çok kızmıştık.  Neredeyse biz de yerden taş alıp Aziz emmiye atacağız, o kadar yani!   Tam o sırada Sarıbaş’ın, sipsivri dişlerini göstere göstere, hırçın bir tonda havlamasını duyan “taallukatı” (aile fertleri ve akrabaları) yolun dört bir yanından sökün etmeye başladılar.  Kime ve neye havladığını bilmeden, sadece başkanlarına destek amaçlı rastgele havlarak bulunduğumuz yere doğru koşan beş köpek bizim sokağa girince Sarıbaş’ın canlı hedefini gördüler  ve yallah hep birlikte adamın üzerine!  Aziz emmi ortada, altı köpek etrafında…  Adam bir o tarafa, bir öbür tarafa “hoşt-moşt” deyip bir o yana, bir bu yana dönerken az önce yere koymuş olduğu nohut kovasına çarpıp devirmez mi?   Nohutlarını yere dağılmış gören Aziz emmi o an resmen çıldırdı!  O sessiz adam bir bağırmaya başladı ve köpeklere bir saldırdı ki görme gitsin!   Adamın narasından hem biz hem de köpekler korktuk.  Bizim Sarıbaş ve kahraman tayfası korkudan dörtnala kaçtılar.  Aziz emmi hırsını alamamış, susmaz ki  ne susmaz!   O kızgınlıkla hala içerisinde biraz nohut kalmış olan kovaya da bir tekme savurdu ve artık hepsi yere saçılmış olan nohutların ortasına oturup bir sigara yaktı, yine sigarayı dudaklarına sıkıştırarak ve yine sol köşeden sallandırarak…    Hala göğsü kalaycı körüğü gibi şişip inerken mahalle büyükleri geldiler yanına.  Derken, çor-çocuk, kadın-erkek çepeçevre bir halka oluşturduk etrafında.  Önce “oh olsun” diyen biz çocuklar bile acımıştık adamcağızın haline.  Biraz sonra ruh hali sinirlilikten ağlamaklı duruma geçen Aziz emmi;
- Tam da bugün otuz bardak sipariş almiş idim.  Hayır pilavı yapacağlar imiş. Burdan ora gidip nohiti vereciidim.  Avret de haste, yeniden nohit de gaynetemez bugün!  Hele ki bi de söz vermişem! diye sızlanırken,  arkalardan bir ses;
- Al benim nohuttan götür. Hem senden para da istemem, başka  bir zaman sen de bana verirsin.
Nereden, ne zaman ve nasıl yanımıza geldiğini fark edemediğimiz nohutçu Mustafa abiydi bu.  Rakibine yardım eli uzatıyordu.  Çemberi yarıp Aziz emminin yerde yan yatmakta olan kovasını aldı, yirmibeş-otuz adım ötedeki mahalle çeşmesine kadar yürüdü, kovayı çalkaladı,  getirdi ve kendi kovasındaki  dumanı tüten nohutun yarısını ona boşalttı.  Sonra da hiçbirşey olmamışçasına, Aziz emmi olayı dolayısı ile boşalmış olan evlerin sıralandığı sokakta satış yapamayacağını bile bile, her zamanki edasıyla,
-  Kaynamışşş nohuuut, tuzluuu, kemmunlu nohuuut…  diyerek sokak boyunca yürüdü gitti.
Büyükler aralarında konuşurlarken “insanlık ölmemiş” lafını ara sıra onlardan duyardık, ama “ölmemiş” denilen o insanlığı bu defa “duymamış”, gerçekten “görmüştük”,  boğazımızı tıkayıp nefes almamızı engelleyen bir duygu eşliğinde…
Adil Karcı
Adana, 06 Ekim 2013